Kaçan tren gelmez ki geri
Ya umutlar da biterse!
Ya umutlar da biterse!
Tam kavşağı döneceğimiz an da, tam o anda, yanıyor kırmızı ışık ve daha yavaştan alsaydım yeşil ışıkta geçecektim düşüncesi…
Keşke her şey bir yeşil ışığı beklemek kadar kolay olsaydı, basit olabilseydi.
Şimdi aralayalım iki elimizle geçmişin perdesini, karanlık gördüğümüz o geçmişin ışıltılarını. Gözlerim kamaşıyor bazen. Yokluk içindeki o büyük tatları düşünüyorum. Büyükler anlatır oturduğumuzda yanlarına; eski karpuzun o leziz kokusunu, hormonsuz yiyeceklerin buzdolabı olmadan o çekici tatlarını koruduğunu, insanların her gün birbirine ‘günaydın’, ’nasılsınız’ demekten karşılıklı aldıkları büyük keyfi anlatırlar, gözleri uzaklara takılırken… Bazen de utanarak anlatırlar eski sevgililerini… Eskiden var olan ve şimdi olmayan her şeyi hüzünle anlatırlar.
Geçmişte insanlar her şeye o kadar sıkı bağlarla bağlanmışlar ki, çünkü öyle çıkarıyorlarmış hayatın tadını, işlerine, eşlerine, hayatlarına o derece bağlılarmış. Gazetede bir haber okudum, bir adada 150 yıl sonra adanın ilk cinayeti işlenmiş, ama o adada hapishane olmadığından adam başka bir yere gönderilmiş cezasını çekmesi için. Demek ki hala insanlığın ve hayatın gerçekten yaşandığı bir yerler varmış. Demek ki hala umutların tamamen tükenmediği bir yerler varmış, masal değilmiş, gerçekmiş… Bir Süperman ya da Batman olmadan da dünya kusursuz dönebiliyormuş,
Eskiden bir şeyin fiyatından bahsederken ‘sudan ucuz’, ‘su gibi bedava denilirdi, suyun bitmez bir nimet olduğu, hatta havanın, hatta yeşilin, hatta toprağın sonsuz bir nimet olduğu bilinirdi. Doğru gibiydi çünkü harcadık, harcadık bitmedi ki hiçbir zaman, hatta kimsede bize söylemedi ki bak bitecek böyle giderse tüm bu hazineler diye. Demek ki düşünmek istemediğimiz, hatta düşünemediğimiz ne gerçekler varmış ortada… Alın işte bitiyor Allah’ın verdiği, bitmez dediğimiz suyumuz, havamız. Her şeyi hoyratça harcıyoruz, hem de her şeyi!
Geçmişimizi, tarihimizi, insanlarımızı, suyumuzu, toprağımızı, ağacımızı… Ve artık uyarıyorlar bizi ’DİKKATLİ YAŞAYIN’ Yitirdiğimiz tüm değerlerimizin ardından bari geleceğimizde içebileceğimiz bir suyumuz, yaşayabileceğimiz bir dünyamız olsun diye uyarıyorlar. Korkuyorum… Bizi bu denli uyarmamışlardı, bu denli ciddi söylememişlerdi dünyamızın yok olduğunu.
Demek ki çok yaklaştık o acımasız yaşama, yaşam diyemeyeceğimiz yaşama… Çocuklarımızın bize kahrederek yaşamalarını istemiyorum, ağlayarak bize sitem etmelerini istemiyorum… Alev alev güneşin altında, susuz kalmalarını, hastalıktan birbirlerine karışamadıklarını hissetmek, görmek istemiyorum.
Yenilenebilir enerji diyoruz, NÜKLEER ENERJİ diyorlar, Erozyon diyoruz beton için yeni araziler gösteriyorlar, temiz su diyoruz kimyasal atıkları derelerimize boşaltıyorlar, yeşil doğa, temiz hava diyoruz, ORMANLARIMIZI KATLEDİYORLAR, bazen kocaman bir çınar ağacına bile yaşama hakkı vermiyorlar. Onlar, bunlar, şunlar… Ya BİZ? EVET… BİZ… Biz ne yapıyoruz ya da ne yapmıyoruz.
Tasarrufla ve çevremizdekileri bilinçlendirmeyle başlanabilir ilk adımı atmaya. Şunu biz ve herkes de biliyor ki adına ‘öz dünya’ diyebileceğimiz, dünyamızın taklidini oluşturma şansımız yok, sadece bir tane elimizde olan ve olabilecek olan… Bunca tükenmişliğe bakınca insan, tüm yaratılanların kaybetmişliği bir alışkanlığı, bazen de bir bağışıklığı var diye düşünmeden edemiyor. Alışmak mı? Acaba bizi bu kadar duyarsız yapan…
Hep kızmışımdır ülkemde, sadece sesi çıkan siyasetçilere, kodamanlara, hep bir kinle bakmışımdır. Ama şimdi bakıyorum da… Dünyamızda böyle yaşamaya devam edersek birilerine sinirlenmek bile akla gelmeyecek sanırım. O vicdan azabıyla dünyanın yok oluşunu, önümüzden kayıp giden hayatlarımızın yok oluşunu izlemekten başka bir şey gelmeyecek belki de elimizden. YA UMUTLAR DA BİTERSE? Çocuklarımıza umutları tükenmiş bir dünyadan ne bırakabiliriz ki. Henüz önümüzde az da olsa zamanımız varken lütfen enerjide, su tüketiminde hassasiyet, tasarruf ve insanları bilinçlendirme yolunda atılacak adımlar, beklenen ve yaraya merhem olacak bunlar…
BİZİM VE ÇOCUKLARIMIZIN GELECEĞİNİ YOK ETMEYELİM.
Mimar Zuhal AYAYDIN
Aralık 2012